Bugüne dek, hemen her sınıftan çok farklı tiplerde otomobil test ettim; ancak hiçbirinde tanımadığım insanlardan bu tür tepkiler almamıştım. Maltepe sahilindeki kafelerin önünden yavaşça geçerken, civardaki genç kızların “ay pek havalı” dediklerini duydum (bana değil, Captur’a). Otoparkta otomobilinden inmekte olan kravatlı gömlekli “genç yönetici” tipli 35 yaşlarında bir erkek de önce Captur’a sonra bana gülümseyerek bakıp “memnun musunuz?” diye sordu Captur’u kastederek. Sanırım kendisine veya sevgilisine şöyle “havalı” bir otomobil alma planları yapıyordu. Captur için “buz kırıcı” başlığını bu yüzden uygun buldum.
Kalabalık caddelerde ya da otoparklarda, tanımadığınız insanlarla sohbet etmenize neden oluyor! Bunda, hafif yüksek bir hatchback olan ilginç gövde tasarımının yanısıra, metalik kiremit kırmızı renginin de payı olduğundan eminim. Bir şekilde, Renault Captur, insanların bakışlarını yakalamayı (capture=yakalamak) başarıyor. Kişiselleştirme seçeneklerinin de kullanıldığı test otomobilimizin siyah renkli tavanında; alaşım jantlarındaki biçimleri andıran ve otomobilin iç mekanına da serpiştirilmiş, yuvarlatılmış kenarlara sahip dışbükey üçgen şekiller vardı. Kısacası Renault, farklı tad arayanlara hitap edecek havalı bir şehir serserisi yaratmak istemiş ve bunda da başarılı olmuş. Güncel binek Renault modellerinde (makyajlı Fluence, yeni Clio vb) görmeye alıştığımız yeni Renault yüzü, Captur’da da hemen farkediliyor: Tam ortadaki Renault ambleminin etrafını saran siyah renkli “baklava”, bu baklavadan başlayıp iki yana uzanan ve farlara ulaşan siyah ince panjur, kaputa doğru taşan badem biçimli çekik farlar. Ön tamponun köşelere yakın kısımlarında, sis farlarına ve gündüz farlarına da evsahipliği yapan, krom çıtayla çerçevelenmiş bölümler aracın ön görünümüne hem hareket hem de güç katmış. Önden çekişli olan otomobil, bu haliyle sanki hafif arazi şartlarını da gözüne kestirmiş gibi görünüyor. Tekerler boşluklarını çevreleyen siyah plastik bantlar, tamponların alt kısımlarının yine aynı şekilde siyah plastik oluşu ve kapıların en altında yine kalın krom bantla süslenmiş koruma bantları da bu görünümü destekliyor. Fransız otomobillerinden alışkın olduğumuz geniş cam yüzeyler yerine, güçlü görünümü ve tokluk hissini desteklemek için camlar biraz daha dar tutulmuş. Ön ve arka kapıların hemen hemen aynı uzunlukta olduğu otomobilleri, tasarım ve orantılar açısından daha dengeli bulurum ve çoğu Renault modelinde olduğu gibi Captur’da da orantılar çok başarılı.
İç mekana geçildiğinde, dış tasarımda gösterilen cesaretin içeriye de taşındığı görülüyor. Test otomobilimizin iç mekanına 3 renk hakimdi: Döşemeler ve kokpitin genelinde kullanılan mat koyu gri; koltuklarda, klima ve müzik sistemini çevreleyen kontürde, kapıların alt kısmında yer alan hoparlörlerin çevresinde torpido gözünde kullanılan gövde rengi, ve nihayet iç mekanı daha da süslü hale getirmek için serpiştirilen piano siyahı. Renault tasarımcıları, iç mekanda hoş bir oyun oynayarak ön koltukların arkasındaki yumuşak cepleri de gövde rengine sahip ayakkabı bağcıkları şeklinde tasarlamışlar. Genel olarak kolay okunan göstergelerle ilgili tek şikayetim, motor devir göstergesi ile aynı büyüklükte olan yakıt göstergesi! Ancak, bu otomobilin bir “tarz” unsuru olarak yaratıldığı düşünülürse; motosiklet esintisine sahip göstergeler de eleştiriden kurtulacaktır. Tipik Fransız konforundaki koltuklar yeterli desteği sağlasa da, ilk otomobilim olan 1995 model Renault 21 Concorde’daki gibi ayarlanabilir bir bel desteği olmasını isterdim. Captur genel ölçüleri itibarıyla kompakt sınıf bir niş model, bu nedenle iç mekan konusunda -yüksekliğin verdiği avantaja karşın- mucize beklememek gerek. Özellikle arka koltuklar uzun yolculuklarda daha sık mola vermeyi gerektirecek gibi görünüyor. Görsel olarak tatmin edici olan kokpitte eleştireceğim konu malzeme. Artık hemen her sınıfta tüm üreticiler kokpitin genelinde ve kapı içlerinde yumuşak plastik kullanıyor; bu hem görsel olarak hem de dokunma hissi bakımından çok daha kaliteli. Captur’da kullanılan plastik görsel olarak o kalite hissini veriyor, koyu gri mat plastiğe baktığınızda yumuşakmış gibi duruyor ancak ne yazık ki tamamen sert! İddialı bir tasarımla ve benzerlerinden tamamen ayrılmasını sağlayacak kişiselleştirme seçenekleriyle pazara yepyeni bir renk getirecek bir otomobil bence daha iyisini hakeder. Bir de, her ne kadar iç mekandaki gövde rengi süslemelerle uyum sağlasa da, ön kapının metal çerçevesinin aracın içinde açıkta olması bence hoş değil.
Sürüş özellikleri konusunda söyleyeceklerim ne yazık ki tasarım konusunda söylediklerim kadar parlak değil. Öncelikle bir Renault klasiği olarak; direksiyon fazlasıyla hissiz. Test için İstanbul’dan çevre ilçelere gidilen bol virajlı dağ yollarını kullandık. Bu yollar otomobil kullanma zevkinin dorukta olduğu yollardır; sürekli vites değiştirme ve direksiyonla bol bol oynama imkanı vardır, ve otomobilin direksiyonu kendini en iyi bu tip parkurlarda gösterir. Japon otomobillerine göre daha net ve temiz olan direksiyon, yine de bir Alman hassasiyetine sahip değil. Özellikle park manevralarında aşırı yumuşaklığın avantajını hissedebilirsiniz, ancak bu kadar yumuşak bir direksiyonun sürüş keyfini tırpanladığını da unutmamak gerek.
Pedallar yumuşak ve rahat, ancak fren pedalının dozlaması biraz zor, gaz pedalıysa aşırı uzun stroku (pedal stroku: pedala basılmamış ve tam basılmış konumlar arasındaki toplam mesafe) nedeniyle bende gaza devamlı aşırı basıyormuşum hissi yarattı.
Ancak bunlar sürüşe herhangi bir olumsuz etkisi olmayan, alışkanlıkla ilgili detaylar. Benim bu otomobilde tespit ettiğim asıl sıkıntı otomatik şanzımanla ilgili. İster kalkışta olun, ister ara hızlanmada; gaz pedalının verdiği emirlere ortalama 1-1.5 saniye gecikmeli tepki veriyor şanzıman. Örneğin vites kolunu D’ye alıp ayağınızı frenden çektiğinizde araçta bir hareket olması için 2 saniyeye kadar beklemeniz gerekebiliyor. Ya da sollama esnasında ani gaz verdiğinizde şanzımanın kickdown’a karar vermesi 1-2 saniye sürüyor. Aynı şekilde, şanzımanı manuele aldınız diyelim; yokuş aşağı inerken vites küçültüp aracı kompresyonla yavaşlatmak isterseniz, sanki manuel vitesli bir otomobilde debriyaja basmışsınız gibi bir boşluk oluyor. 1.2 litrelik cüce motorun gücü ve çekişi, turbo sayesinde yeterli, ancak kompresyonda motorun zayıf kaldığı hemen hissediliyor. 2 gün süren test sürüşleri sırasında, gaz pedalının uzun strokuna alışıp motoru da biraz tanıdıktan sonra sürüş özelliklerinin biraz daha keyif verdiğini söyleyebilirim: Hacmi nedeniyle soru işaretleri oluşsa da, kesinlikle “yeterli” sıfatını hakediyor. Motorla ilgili en olumlu nokta ise çalışma karakteri. Motor sanki otomobile fiziken bağlı değilmiş gibi, hiç bir titreşim hissedilmiyor, sadece çok hafif ve oldukça naif bir ses geliyor ön taraftan. Hız saatte 50-60 km’yi aştığı andan itibaren o ses de perdeleniyor yol gürültüsü tarafından. Captur’la ilgili sıkıntılı bir nokta işçilik: Arnavut kaldırımı ya da taş döşeli yollarda, bagaj kapağından çok rahatsız edici -sanki bir motor çalışıyormuş gibi- bir ses geliyor, bunun test aracımıza özgü bir durum olmasını temenni ederim. Çünkü Captur, mevcut tasarımı ve tarzıyla; butik otellerin bulunduğu sahil kasabalarına ya da denize yakın Ege köylerine çok yakışacaktır ve bu tarz yerşeim yerlerinde Arnavut kaldırımı bol bulunuyor. Sonuç olarak; ortağı Nissan’ın Juke ile yakaladığı başarı Renault’nun da iştahını kabartmış olmalı ki, henüz tenha olan bu “niş”e girmekte gecikmedi. Bu girişi de, gerek tarz gerekse dikkat çekicilik konusunda beklentileri kolayca karşılayacak bir otomobille yaptı. Ancak bence Captur, özellikle sürüş keyfi konusunda mevcut olandan çok daha fazlasını hakediyor. Renault’nun, Captur’un 2. faz üretiminde iyileştirmeler yapacağını umarım, böylece otomobilin pazardaki şansı da artacaktır.
Yazar-Gökçer Alp